top of page
Search
  • simgepinar

Mektup #4

Bu mektup 9 Kasım 2018 tarihinde gönderilmiştir.

Merhaba,


Bu sana dördüncü mektubum. Üçüncüsü nerede diye soracak olursan, yolda kaybolduğundan emin oldum artık. Bana geri dönmesini ve kayıp mektubu sana yeniden göndermeyi bekliyorum epeydir. Kendisi Sangria'nın hikayesini taşıyor. Bu arada Sangria'yı dinleme fırsatın oldu mu? Yakında klibi de geliyor. Öyle heyecanlıyım ki.


Nasılsın? Mektuplaşmayalı, aradaki kayıp mektubu saymazsak 6-7 ay kadar oldu. Bir süredir elime kağıt kalem alamıyordum. Söyleyecek pek bir şeyim yokmuş gibiydi, sonuçta her yaşanılan anlatmaya değer değildir, öyle değil mi? Bazı günler hiçbir şey olmadan geçiyormuş gibi gelir, hiçbir şey hissettirmeden. Kaydetmeye, hatırlamaya, paylaşmaya değer bulmadığım günlerin haftaları ve en son da ayları bulduğu bir sabah, 10.000. günüme yaklaştığımı fark ettim. 


Sana bugün, dünya üzerindeki 9977. günümden yazıyorum. 10.000'lere yaklaştıkça şurada anlattığım hikayenin de etkisiyle günlerimi daha da farkında yaşamaya karar verdim, eskiden yaptığım gibi. (https://www.simgepinar.com/blog/2018/10/29/berkaya)


Günlerimi saymaya ilk ne zaman başladığımı hatırlamak için hafızamı zorladığımda aklıma ilk gelen çok eskiden tuttuğum bir defterdeki yazı oldu. O yazıyı yazdığım sıralarda hangi günlerimdeydim, kaç yaşlarındaydım hiç hatırlayamadım. Kitaplığıma bir süre bakındıktan sonra defter karşıma çıktı, sayfayı da rahatlıkla buldum. 22 Ekim 2011 imiş, bundan tam 7 sene (?) evvel. Üniversitedeyken olasılık çalıştığım bir gün, ders çalışmamak için yapılabilecek her türlü şeyi yapıyormuşum ve ne mutlu ki bunlardan biri telefonumun takviminden yıl yıl geçirdiğim günleri sayıp 7039'a ulaşmak olmuş.


Şöyle bir not bırakmışım kendime o günden: 


Gelecekteki Simge'ye,

20 yaş + 3 aylık olmak sıkıcıymış.

7039. gün.


Böyle ara ara, yılda bir ya da iki kez, kaçıncı günümde olduğumu merak edip hesaplıyordum. Taa ki 2014'te bu işi ciddiye alıp, günlerimi gerçekten kaydetmeye başlayana dek. O sene bir film festivalinde Nick Cave'in 20.000 Days on Earth'ünü izleyip öyle etkilenmiştim ki kendime ufak bir defter almış ve #8314'ten itibaren günlerimi bir defterde tutmaya başlamıştım. Hem çalıştığım, hem de okulu bitirdiğim, çok okuduğum, yazdığım ve gezdiğim o yüzden günlerin hızına hiç yetişemediğim bir dönemdi. Hayatımın da en güzel yılıymış bir de, bilmiyordum tabii o zamanlar. 

Gün defterime önce hangi günümde olduğumu, yanına da o günü bana hatırlatacak bir iki şey yazıyordum. Şimdi o defteri de kitaplığımdan bulup çıkardım ve günlerimin yanına bıraktığım ufak notların bana neredeyse her günümü net bir şekilde hatırlattığını şaşırarak fark ettim.


Bazı günler çok hüzünlüymüş:


#8332: Çok iş, ağlama, sakin ol, müzik yap

#8431: Avcılar'da iş görüşmesi, tam 9 saat yollar ve sınavlar 

Bazıları ise müthiş:

#8395: Bebek'te piknik w/Sıla& Dodo, Kurtlarla Koşan Kadınlar okuması, Bra:1 Ger:7, Osmanbey

#8474: Boston'da ilk gün, Blue State Coffee, Bell in Hand Tavern, başka hayatlar da var, hem daha güzel


Geçmiş günlerimi kaydetmenin harika bir yolunu bulmuşum meğer, en kısa zamanda kendime ufak bir defter daha almak ve yeniden başlamak istedim. En hatırlamaya değmeyeceğini düşündüğüm zamanlara bile dönmek iyi geldi, bak nasıl da geride kalmış her şey. 

Gün defteri tutmayı 305 günün ardından, 8600'lerde bırakmışım. 8700'lerimde birkaç arkadaş birer tumblr açmış, 100 gün boyunca her gün bir fotoğraf koymuştuk. Ben o bloga günlerimi de ekleyerek uzunca bir süre devam ettim. #8701'den #9454'e, neredeyse 2 yıl kadar (son yıl araları biraz uzatarak) fotoğraf koyup altına günlük tutar gibi olan biteni yazmışım. 


Sana bu mektubu yazmaya başladığımda bunlardan bahsedeceğimi hiç düşünmemiştim. Aslında ne gün defteri, ne de tuttuğum blog uzun zamandır aklıma gelmemişti bile. Yazarken mola verip tek tek okudum hepsini. İçimde hatırlamanın verdiği mutlulukla günlerimin aklıma bıraktığı sorular üzerine düşünmeye başladım.


Her gün hatırlamaya değer miydi gerçekten? Şimdi blogumu okuyup, evde oturup hiçbir şey yapmadığıma inandığım bir günden kalanlara bakıyorum. La Jetee diye bir film izlemişim, oradan bir sahne koymuşum. "Ne zaman ki o anların açtığı yaralar sızlar, hatıra değeri kazanırlar." Geçmiş, hatırladıklarımız ve kendimize hatırlattıklarımızdan ibaret. Yazdıklarıma baktıkça, geçmişteki bazı anların hiç de anımsadığım gibi olmadığını görüyorum. Yaşarken canımı son derece sıkan, tatsız görünen çoğu şey, kalbimde ve daha da garibi aklımda neredeyse hiçbir iz bırakmamış. Kendimi çok kötü hissettiğim bir güne geri dönmek, başrolünde olmadığım hüzünlü bir filmi izlemekten farksız. Mutlu anlarımsa, tam tersine, her şeyden çok benim. Evet orada gülen benim, arkadaşlarımla Burgazada'ya giden, şarkılar söyleyen, Kadıköy sokaklarında sallana sallana yürüyen, kaküllerini yamuk kesen. Zihnim fotoğrafları teker teker geçerken, mutlu anların kokusu burnuma geldi, geçmişten sımsıcacık bir dalga beni kendime getirdi. Benim paragraf başında sorduğum soruya cevabım, belki her gün olmasa da evet, çoğu gün hatırlamaya değermiş. 


Bunları sana böyle, uzun uzun anlatmak istedim. Belki sen de yılların ve yaşlarının yanında arada bir de günlerine bakar, hepsinin tek tek ne kadar biricik olduğunu fark eder, onlardan "gelecekteki sen"e anılar bırakırsın. Bana çok iyi gelmişti.

Kendine çok iyi bak!

-------------------------------

Gelecekteki Simge'ye,

27 yaş + 3 aylık olmak değişikmiş.

9977. gün.

-------------------------------

Görseller: 1. Sangria çekiminden

2. Sangria Bavulu

3. Topur & Bobo

268 views0 comments

Recent Posts

See All
bottom of page